Category: Kişisel (page 1 of 38)

Cuma 19:15

Cuma akşamı, 19:15, fonda biraz da zorla, Freebird çalıyor; çok yaşa Lynyrd Skynyrd; fotografını gördüğünüz masanın başında tek başıma oturuyorum; yüzümde hafif bir gülümseme. Keyfim yerinde… Hafta bitti; akşam yemeği bitti; Z. de B. de çok mutlu kalktı masadan, bense şimdi oturdum, kalan şinitzel ve yeni açtığım birayla fonda “Özgür Kuş”, kapanış yapıyorum. Geri saralım bakalım bir kaç saat…

*

Z.; geçen hafta bendeyken covid olduğu ortaya çıkınca ikinci haftaya bende devam etti, bugün itibariyle karantina bitiyor. Z. karantinada olunca geçen hafta sonu görüşemediğimiz B. de bugün, cuma okul çıkışında paketlendi getirildi. O, son dönem favorisi Kötü Kedi kitaplarını okuyup sesli gülerken Teams’de bir potansiyel müşteri ile toplantı yapıldı ve işe ara verildi. Yolda anlaştığımız üzere bu akşam şinitzel akşamı; yarınsa hamburger. Yaşasın rüşvet; yaşasın sağlıksız beslenme. Eve varmadan kasaba uğrandı, tahmini organik tavuk göğsü -çünkü gezip gezmediklerinden emin değiliz tavukların- ve kasap işi hamburger köfte tedarik edildi. Evet; büyük Z. de yok bu akşam; hafta sonu kendi evinde dinlenmek üzere öğlen civarı, vakitlice uzadı kendisi, dolayısıyla bu akşam tavuk yemekte özgür’üz… Vuhuuuu….

Z. zaten ortada yok. İninde kapalı kendisi. B. ise aç; hadi patates, hadi şinitzel modunda. Z. kahvaltısını patatesli omlet ve sosisle 16.00 sularında yapmış olmanın tokluğuyla; “akşama patates olduğunu yoldan arayıp bana söyleseydiniz bu kadar yemezdim, en azından patates yemezdim” protestliğinde “saçlarımın uçlarını boyayabilir miyim?” soru’nsalıyla arada ininden çıkıp ortalığı kolaçan ederek geziniyor.

Yolda anlaştığımız üzere, sağlıksız şinitzelin yanında sağlıklı patates derdinde olan baba bebek patatesler haşlanırken “happy friday” birasının yanında cips tırtıklasam modunda hiçbir zulasında Pringles bulamamanın sancısıyla Z’nin peşinde. (Neyse ki Z. zulasını hemen deşifre edip paylaşıyor. Yatağının altında sotelenmiş cipsler -şaşırtıcı ama gerçek- bitirilmemiş hala, üç beş tane var içinde)

Patatesler olurken “ben ödev yapayım bari” diyen B., babasının dolan gözlerini göremeden mutfaktan çekip gidiyor… Saniyeler içinde geri gelip; “dur önce sosları hazırlayayım” diyor; sos onun işi… Bir tabağa; ketçap, mayonez, ranch sos, barbekü sos koyup; bir kasede yoğurt ve nane karıştırıyor; patatesle favorisi naneli yoğurt esasında; diğer sağlıksızlar hikaye… Bu arada ketçabı hiç gözü tutmuyor, defalarca son kullanma tarihini sorguluyor. (Sadece kendi yaptığı naneli yoğurdu yedi en nihayetinde) (Linç edilmezsem sevinirim babaanne) Sonra ödev yapmaya gidiyor. (Ve 78 kere daha gidip geliyor)

Haşlanan patatesler fırın tepsisine alınıp bir bardağın dibinin yardımıyla hafifçe ezilip baharatlanırken B. tabii ki yeniden gelip “acı koymuyorsun değil mi?” deyip; “acaba güzel olacak mı” diyerek ödevlerine dönüyor. Bu esnada içinden bir şeytan, “aslında bugün cuma, ödevler hafta sonu ödevi, bugün hafta sonu değil” diyerek bir ufak deneme yapsa da “neyse yapayım da hafta sonu rahat ederim” fikri ağır basıyor, tüm bu fikirler sesli bir monolog… Gidiyor…

Z. gelip “annem saçımı boyamama izin verdi” derken cep telefonuyla kanıtlarını sunup hunhar kahkahalar atarak mutfaktan uzaklaşıyor. Patatesler fırında, tavuklar yumurtaya bulanmakla meşgul, tavada bir parmaktan az yağ kızıyor da kızıyor, matematik ödevinde 50’den geriye 5’erli ritmik sayma görevi kırmızı boyanmalıyken maviye boyanması sebebiyle ufak çaplı bir kriz, biraz mızmızlık ve üç buçuk damla gözyaşı ile savuşturuluyor. Renkli kalemler için baş vurulan ablanın kafasına “çikolata kağıtları” takmış olması çekiştirilip fırın tepsisinin köşesindeki iki bebe patatese konulan pul biberin acısının diğerlerine geçip geçmeyeceği ile ilgili fikir teatisi -patatesler çevrilirken- yapılıyor; yola devam….

Sonunda; açlığa dayanamayıp ilk bebe patatesler (tabii ki acısızlar) B’nin tabağında naneli yoğurtla buluşurken galeta unuyla kucaklaşan yumurtalı tavuk göğüsleri tavaya giriyor. Ergenspor abla da saçlarındaki aluminyum folyolarla şaşırtıcı şekilde masada yerini alınca akşam yemeği başlıyor. Baba hep ayakta çünkü sürekli patates ihtiyacı ve tavadan pişen tavuk talebi masaya hakim…

Sonuç; dakikalar içinde tüm patatesler ve nerdeyse tüm tavuklar bitiyor. B’nin “Ben daha yerim”leri, “ben onu yerim dememiştim ki”ye dönmeye başlayınca da saniyeler içinde baba mutfakta gördüğünüz masa ve kalan şinitzellerle başbaşa kalıyor. Bir kaç tane tavuk parçası hala yumurta içinde, kızgın tavanın gazabından kurtulmanın şaşkınlığı içinde, çocuklar masadan ayrılmadan “onları da kahvaltıda yeriz artık” söyleminin yarattığı yampiri gülüşler ve “çok komiksin baba” alaycılığına maruz bekleşiyorlar.

Bir anda bir sessizlik ve boşluk… Bir bira açılıyor, “niye her birinin kapağı başka renk ki?” diye soracak bir B. ortada yok; hoparlöre söylenen “Hey Google, play me some rock” sonuçsuz kalsa da cevapsız kalmıyor; “sorry but i did not understand” ile geçiştirirken Google Abla; aspiratör kapatılıp daha net bir talep geliyor babadan: “Play me some southern rock”…

Sonuç Lynyrd Skynyrd: Freebird… Şaka gibi; babanın favori parçası; elinde birası, bomba düşmüş gibi akşam yemeği sofrası…

Bonus: Elbette burda bitmiyor; malum fotograf çekilip de bu yazı kafada yazılmaya başlanırken Z gelip babanın yanına oturuyor. “Ne bu çalan? Bak benim parçam”a yanıt gelmeyince “Özgür Kuş” geyiği yapılıyor; “sonunu değil başını duysaydım tanırdım” çıkışında haklı; parçanın sonu tam bir “jam session” ve balçık gibi. Ardından başlayan ikinci parçada içerden benim neyim eksik B. “Beatles” diye ünleyerek giriyor. Doğru değil ama haksız da sayılmaz; Spotify’ın “Southern Rock” listesinde rasgele ikinci parça Allman Brothers’dan ’71 yapımı Ramblin’ Man (ve albümün ismi yine şaka gibi: “Brothers and Sisters” ve yer yer Beatles andırmıyor değil; B. kendisinin takdir edilmesinin haklı gururuyla, Z. babasının parçaların ismini küt diye söylemesinin şaşkınlığıyla mutfaktan uzaklaşıyorlar. Üçüncü parça yine Lynyrd Skynyrd; Sweet Home Alabama… Baba artık ortalığı topluyor; 20.00’de zoom’da müşteri toplantısı var, ne yaparsın Kanada ile fark sekiz saat; arkasından daha güreşilecek, mısır patlatılacak; sinema gecesi yapılacak. Sıradaki biranın kapağı beyaz; herkesin keyfi yerinde. Hafta bitti; bugün cuma!

 

12!

Hayatın, zamanın ne hızlı geçtiğini anlamak için aslında bir blog tutmaya, düzenli ya da düzensiz aralıklarla bir şeyler yazmaya ve göz önünde tutmaya ihtiyaç yok muhakkak ki. Fotograf çekiyor olabilirsiniz; hatta cep telefonunuzdaki fotoğraf galerisini ara ara tarıyor olabilirsiniz, her şekilde kendinize zamanın nasıl hızlı aktığını gösterecek bir şeyler karşınıza çıkacaktır.

Hem bu dediklerimi yapıp hem de çocuklarınız olduğundaysa zamanın ne kadar hızlı geçtiğini bile anlamayacak kadar hızlı geçtiğini “fark ediyorsunuz”. Zor bir cümle oldu değil mi?

Bu beceriksiz giriş, benim 12. Defa yaşadığımı fark ettiğim 4 Temmuz ile ilgili. İlk 3-5 tanesini çok net hatırlıyorum. Sonrası zaman makinasıyla hızlandırılmış gibi. Tüm bu olanlar ne ara oldu hatırlamakta zorlandığım bir yerdeyim. 12 tane 4 Temmuz nasıl geçmiş gerçekten anlayamıyorum. Yazılarımı okuyan, sosyal medya hesaplarında tüm bu süreci takip eden onlarca yüzlerce kişi var. Aynı şekilde 10-12 sene önce Babaolmak.com vesilesiyle tanıştığım ve bazen bi’ selam ederek bazen sessizce takip ettiğim dostlar var ve her birini (ve varsa çocuğunu, çocuklarını) gördüğümde de aynı şaşkınlığı yazıyorum: Bunca yıl nasıl geçti yahu?

Kızıma –ve bir süredir oğluma- yazdıklarımı burada blog altında kayıt almaya devam etmek konusunda her zamanki kaygılarım aynı şekilde devam ediyor. Okuma yazma bilmezlerken çok daha kolaydı burada bir şeyler yazmak. Bugün artık kızım instagram’da ya da youtube’da paylaştıklarımı görüp bozulabiliyor ya da açık açık kaldırmamı isteyebiliyor. Dolayısıyla artık genelde izin alarak paylaşımda bulunuyorum. (En azından uğraşıyorum) Bu zor ve karışık hatta biraz karmaşık da bir konu ve belki ayrıca yazmaya çalışırım. Şimdilik çok da uzatmadan son bir kaç satırımı yazayım bu günle ilgili:

4 Temmuz 2007 sabahı tam da bu saatlerde (08.30 – 09.00) Okmeydanı Memorial’ın ameliyathanesindeydik. Ne olup bittiğini anlayamadan doktorumuz “henüz başlamadık, biraz sonra başlayacağım merak etmeyin” diye bizi kandırışının yaklaşık 3-4 saniye ardından Z’nin ilk sesini, ilk ağlayışını duymuş, hemşirenin “aa sapsarı bu” deyişiyle sarılık mı acaba diye düşünüp bir an kaygılanmıştım. Sonrasında silinip sarmalanıp bize doğru uzatıldığında nefes almayı unuttuğum anı hatırlıyorum. Sonrasında zaten Z. İle ikimiz dışarı çıkartılmıştık…

Gözümü açıp kapadığımda 4 Temmuz 2018 sabah 7.00, Z. Kendiliğinden uyanıp ranzasından gümbürtüyle atlayıp benim odama gelip koynuma giriyor koskocaman bir günaydın için. Yukarda yazdıklarımın hemen öncesini 12 sene önceki o sabahı anlatıyorum ona, bir süre sımsıkı sarılıyor bana… Sonra kalkıp koşturmasına başlıyor… Bugün onun günü, antreman programını o yazacak, sonra arkadaşlarını eve getirecek…

Yazıya başladığımdan beri Z’ye kısa bir 12.yıl mektubu yazayım diye uğraşıyorum yazının sonuna ama görünüşe göre beceremeyeceğim, içime sinmeyecek. Sanırım bu sene buradan değil, sadece ona vereceğim ya da yollayacağım şekilde yazacağım ona…

Şimdilik 12. Biliyorum göz açıp kapayana kadar niceleri geçecek.

İyi ki doğdun sarı kuşum!

Sabah Ekstra Erken Kalkma Krizleri

Sabah ekstra erken kalkma krizleri derken; normal okul günlerinde kalkmak ve hazırlanıp servise yetişmek konusundan hiçbir sıkıntımız olmadığını da vurgulayarak yazmaya başlamak isterim. Yüzücü velisi olmak konusunda da aslında uzun uzun yazasım var hatta yarış maceraları, havuz maceraları, havuz çıkışında bekleyen velilerin dramı, memleketimden yüzme havuzu manzaraları konulu hazırlıklarım da var. Ama sıcağı sıcağına yazayım dediğim ilk konu; sabahları afyonu zor patlavan yüzücü yavruyu sabahın altısında havuza yetiştirmek (ya da yetiştirememek)

Bu noktada bilinmesi gereken en önemli şey; yetiştirmek ve yetiştirememek konusundaki başarının veliye değil; çocuğa ait olduğu gerçeğidir. (Konu karışık biraz)

Her Şeyi Yazamamak

Tam bu noktada bir önemli not yazmamda fayda var. Daha yeni yazmıştım; çocuklar okumaya başladığında her şeyi yazamaz oldum burada maalesef. Öyle ya bazı ebeveyn (ya da veli) taktikleri olsun; yaşanan bazı gerilim ve çözümlerin kişisel oluşu –ve tüm bunların artık konunun tüm muhatapları tarafından okunabiliyor oluşu- sebebiyle; ister istemez her şeyi tüm detaylar ve tüm açıklığıyla okumanız mümkün olmayacak. (Yapacak bir şey yok) (O değil İngilizce de okuyor yazıyor artık Z.)

Neyse; dün sabah antremana gitmek üzere hazırlanırken gözleri açılmış olsa da kendisi uyanmamış olan Z, yarı yarıya giyinmiş olsa da bir noktada antremana gitmekten vazgeçti ve orta çaplı bir krizin içinde bulduk birbirimizi. Pek çok kriz durumunda olduğu gibi öne sürülen sebeplerle gerçek olan sebepler birbirinden oldukça farklı ve kolay ilişki kurulamaz haldeydi. Öyle kibir noktada benim; “tamam yahu maden siyah tayt istiyorsun akşama çözeriz bu konuyu” sözüm krizi bambaşka bir boyuta sürükleyip “tayt istemiyorum ben” konulu farklı bir gerilime sebep olacaktı. Oldu da…

Sonuç, benim yatağıma birlikte geri dönülüş, biraz gözyaşlı da olsa bir süre sohbet ve sakinleme turları, bu esnada okulda bir arkadaşının koluna kalem kutusuyla vurmuş olmasının getirdiği kol (ve kalp) sızısı da gündeme gelip bir süre daha uyuma ve pırıl pırıl uyanıp okula gidiş. (Bak yine oldu; her şeyi yaz(a)mıyorum artık)

Okul yolunda şöyle bir ricam oldu kızımdan; “bu sabah yüzmeye gitmemene sebep olan sebepleri gerçek haliyle bir kağıda kompozisyon gibi yazar mısın” sonra da başka bir kağıda “konuyla ilgili çözüm önerilerini yazar mısın?” Akşam benim işten dönüşümle de birlikte okuruz.

Yüzmeyi bırakmamak ve bundan sonra Perşembe sabah antremanlarına da sorunsuz gitmek konusunda sözleşmiş olarak yaptık bu sohbet ve anlaşmayı. “Kompozisyon yazmam; madde madde yazarım” demesi benim için zaten uygundu. (Post-it’e maddeleme yapacağını öngörememiştim o esnada) “Okuduktan sonra yırtarım ama” dese de bu konuyu da gerektiğinde ilerde geri dönüp gerekli hatırlamalar için bu tip belgeler yazılır ve saklanır diyerek ikna ettikten sonra dağıldık. (Diyorum ya ne bileyip post-it gelecek sonuçta)

Çocuklarla Gerilim Yönetimi

Neyse; sonuçta burada da paylaştığım iki post-it var elimde. Soruna sebep olan durum daha net; mevsim geçişi ve hem evin hem dışarının de havuzun serinliği; hem de elbette akşam geç yatmanın sabah kalkışa etkileri. Kağıtta göreceğiniz çözümler dışında daha erken uyandırılmaya başlama; antrenörüne havuz sıcaklığıyla ilgili serzenişte bulunma vb. vb.

Neyse; uzun lafın kısası; çocuklarla gerilim anında dalaşmayın; mümkünse sakin kalın. Gerekiyorsa arayı çok açmadan, sakinleşince konuşun ya da yazışın. (Okuma yazmanın getirdiği bir avantaj) Yazışmanın avantajı ise elbette elinizde yazılı belge olması. Yani son söz; birlikte aldığınız ortak kararları yazılı hale getirin. Asın ya da saklayın. Hatırlamakta fayda var; çocuklar ortak alınmış kararlara uymakta bizden daha iyiler.

 

Kişisel Blog Yazıları Üzerine

Yıllar önce (onbir yıl) burada ilk yazılarımı yazmaya başladığımda; takip etmeye başladığım yabancı baba bloglarından bazılarının yayınlarını durdurmalarını ilgi ve şaşkınlıkla takip etmiştim. Oldukça kişisel blog yazıları ve paylaşımlar üzerine bloglar belli bir noktada durmaya başlamışlardı. (Bugün aradığımda artık ilgili domainler bile yok ortada)

Sebep; çocuklarının okumayı öğrenmeleriyle birlikte çocukları hakkında paylaşım yapmama kararlarıydı.

Ben o sıkıntıyı hep zamanı geldiğinde kızım (ve sonrasında da oğlum) da benle ilgili yazarlar ödeşiriz diye bertaraf etmeyi plânlamıştım. Hatta geçenlerde Z ile bir anlaşma da yaptık ve kendi sitesi / blogu olana kadar onun da buraya bir şeyler yazması konusunda anlaştık.

Çocuklu Sosyal Medya Paylaşımları

Onun içinde olduğu sosyal medya paylaşımları konusunda da daha önce bir anlaşmamız var. İstediğim fotoğrafları ondan tekil izin almadan paylaşabiliyorum ancak canlı yayın yapma durumunda önceden haber vermem ve onay almam konusunda el sıkıştık.

Dolayısıyla her an buralarda onun yazacağı bir şeylere denk gelebilirsiniz.

Öte yandan ne olursa olsun onunla ilgili pek çok şeyi artık bu kadar herkese açık bir alanda paylaşmam zor. Ki özellikle de instagram’dan takip edenler görmekteler; 10 yaşını aşöış bir kız çocuğu olarak artık hızla genç kızlığa doğru yol alıyor ve kendisiyle ilgili görsel ya da yazılı paylaşım yapmadan bile ön-ergenlik oldukça zorlu olabilir. (Kendisini tanıyanların da öngördükleri ve şimdiden kolay gelsin dedikleri gibi, bunun bir de ergenliği var)

Kayıt Tutma İhtiyacı ve Kayıt Tutma Alanları

Kişisel olarak bakıldığında kayıt tutma, log tutma alanı artık blogdan ziyade instagrama kaymış durumda. Sadece instagram değil, akıllı telefonlarımızın fotoğraf albümleri bile kişisel bir log tutma alanı artık.

Neyse uzatmayayım; Babaolmak.com’da yeniden yazmaya başlamamla birlikte kişisel de detaylı paylaşım yapmadan nasıl içerik üretirim diye daha fazla düşünmeye başladım. Bu noktada da biliyorum ki bu blogun takipçileri bu konuda ikiye ayrılıyorlar kişisel içerikler üzerinden çocuk gelişimini ve ebeveynlik üzere içerik takip edenler; kişisel içerikle ilgilenmeyip ilgili araştırma, dosya ve web logunu takip etmeyi sevenler.

Sanırım şimdilik gidişata göre bakacağım. Kızın kaydını daha az tutuyor olsam da yakışıklı oğlumla ilgili ilklerimiz ve maceralarımızın daha çok olduğu bir dönemdeyiz. Bakalım neler olacak.

Bir ekim iki bin on yedi

Bir ekim iki bin on dört. Hayatımın; hayatımızın bir kere daha dehşet şekilde eğiştiği unutulmaz bir gün. Dünyanın en güzel oğlanlarından birinin doğum günü. Bizi birkaç kere geliyorum; gelmiyorum; belki de gelirim; çok da emin değilim; ne geleceğim ulan, yok yok geliyorum… Ve benzeri yoklamalarla haftalar hatta aylarca uğraştıran hatta son düzlükte bile; suyu boşaltalım ben de arkasından geleceğim dedikten sonra öyle pek de kolay gelmeyen oğlanın doğum günü.

Üç yıl önceki heyecanın; hastane lobisindeki bekleyişin hala dün gibi taze olduğu; ayların hızla aktığı 2014 yılının üzerinden hiçbir şey geçmemiş gibi olduğu bugün; Barış Minnoşu üç (3) yaşını dolduruyor. Göz açıp kapayana kadar geçmiş üç yıl. Eskisi kadar sık kayıt tutmayı beceremediğim; kayıtları artık bilgisayarlar ya da bloglarla değil akıllı telefon fotoğraflarıyla tuttuğumuz üç yıl.

Bugünlük hazıra konacağım; bu sene; Mayıs civarı, babalar günü vesilesiyle yazdığım bir yazıdan alıntı yapacağım bu gecelik… Diyeceğim ki:

“Oğlum, dünyanın en güler yüzlü en mutlu oğlanı… Düşündüğümde içimin gıcıklandığı; daha doğar doğmaz beni mucizelerin gücüyle Barış’tıran oğlum. Oğlan babası olmanın, (daha şimdiden) rol model olmanın keyfini yaşatan tatlı; idareci oğlum. Evet büyüdün ve şimdiden abi oldun. Büyünce senin de sakalların olacak bıyığın olacak, küpen olacak, motora bineceksin ve baba olacaksın. Tüm bunları nasıl bir heyecanla beklediğimi muhtemelen sen de baba olunca anlayacaksın. Öte yandan da “tam bu yaşta kalsan ya” dediğimi de artık biliyorsun ve biliyorum ki baba olduğunda bunu da anlayacaksın. Hayatıma girişinle birlikte beni çok ama çok güçlü bir adam yaptın, iki çocuklu bir baba olmakla ilgili korkularımı yerle bir ettin, teşekkür ederim.”

İyi ki doğdun oğluşum. İyi ki ikinci bir kez baba yaptın beni. İyi ki baban oldum. İyi ki varsın hayatımda.

Nice mutlu; koskoca gülümsediğin, etrafa mutluluk ve enerji saçtığın yılların olsun.

İyi ki doğdun oğluşum.

Older posts

© 2024 Baba Olmak

Theme by Anders NorenUp ↑