Category: Yazılar (page 1 of 17)

Cuma 19:15

Cuma akşamı, 19:15, fonda biraz da zorla, Freebird çalıyor; çok yaşa Lynyrd Skynyrd; fotografını gördüğünüz masanın başında tek başıma oturuyorum; yüzümde hafif bir gülümseme. Keyfim yerinde… Hafta bitti; akşam yemeği bitti; Z. de B. de çok mutlu kalktı masadan, bense şimdi oturdum, kalan şinitzel ve yeni açtığım birayla fonda “Özgür Kuş”, kapanış yapıyorum. Geri saralım bakalım bir kaç saat…

*

Z.; geçen hafta bendeyken covid olduğu ortaya çıkınca ikinci haftaya bende devam etti, bugün itibariyle karantina bitiyor. Z. karantinada olunca geçen hafta sonu görüşemediğimiz B. de bugün, cuma okul çıkışında paketlendi getirildi. O, son dönem favorisi Kötü Kedi kitaplarını okuyup sesli gülerken Teams’de bir potansiyel müşteri ile toplantı yapıldı ve işe ara verildi. Yolda anlaştığımız üzere bu akşam şinitzel akşamı; yarınsa hamburger. Yaşasın rüşvet; yaşasın sağlıksız beslenme. Eve varmadan kasaba uğrandı, tahmini organik tavuk göğsü -çünkü gezip gezmediklerinden emin değiliz tavukların- ve kasap işi hamburger köfte tedarik edildi. Evet; büyük Z. de yok bu akşam; hafta sonu kendi evinde dinlenmek üzere öğlen civarı, vakitlice uzadı kendisi, dolayısıyla bu akşam tavuk yemekte özgür’üz… Vuhuuuu….

Z. zaten ortada yok. İninde kapalı kendisi. B. ise aç; hadi patates, hadi şinitzel modunda. Z. kahvaltısını patatesli omlet ve sosisle 16.00 sularında yapmış olmanın tokluğuyla; “akşama patates olduğunu yoldan arayıp bana söyleseydiniz bu kadar yemezdim, en azından patates yemezdim” protestliğinde “saçlarımın uçlarını boyayabilir miyim?” soru’nsalıyla arada ininden çıkıp ortalığı kolaçan ederek geziniyor.

Yolda anlaştığımız üzere, sağlıksız şinitzelin yanında sağlıklı patates derdinde olan baba bebek patatesler haşlanırken “happy friday” birasının yanında cips tırtıklasam modunda hiçbir zulasında Pringles bulamamanın sancısıyla Z’nin peşinde. (Neyse ki Z. zulasını hemen deşifre edip paylaşıyor. Yatağının altında sotelenmiş cipsler -şaşırtıcı ama gerçek- bitirilmemiş hala, üç beş tane var içinde)

Patatesler olurken “ben ödev yapayım bari” diyen B., babasının dolan gözlerini göremeden mutfaktan çekip gidiyor… Saniyeler içinde geri gelip; “dur önce sosları hazırlayayım” diyor; sos onun işi… Bir tabağa; ketçap, mayonez, ranch sos, barbekü sos koyup; bir kasede yoğurt ve nane karıştırıyor; patatesle favorisi naneli yoğurt esasında; diğer sağlıksızlar hikaye… Bu arada ketçabı hiç gözü tutmuyor, defalarca son kullanma tarihini sorguluyor. (Sadece kendi yaptığı naneli yoğurdu yedi en nihayetinde) (Linç edilmezsem sevinirim babaanne) Sonra ödev yapmaya gidiyor. (Ve 78 kere daha gidip geliyor)

Haşlanan patatesler fırın tepsisine alınıp bir bardağın dibinin yardımıyla hafifçe ezilip baharatlanırken B. tabii ki yeniden gelip “acı koymuyorsun değil mi?” deyip; “acaba güzel olacak mı” diyerek ödevlerine dönüyor. Bu esnada içinden bir şeytan, “aslında bugün cuma, ödevler hafta sonu ödevi, bugün hafta sonu değil” diyerek bir ufak deneme yapsa da “neyse yapayım da hafta sonu rahat ederim” fikri ağır basıyor, tüm bu fikirler sesli bir monolog… Gidiyor…

Z. gelip “annem saçımı boyamama izin verdi” derken cep telefonuyla kanıtlarını sunup hunhar kahkahalar atarak mutfaktan uzaklaşıyor. Patatesler fırında, tavuklar yumurtaya bulanmakla meşgul, tavada bir parmaktan az yağ kızıyor da kızıyor, matematik ödevinde 50’den geriye 5’erli ritmik sayma görevi kırmızı boyanmalıyken maviye boyanması sebebiyle ufak çaplı bir kriz, biraz mızmızlık ve üç buçuk damla gözyaşı ile savuşturuluyor. Renkli kalemler için baş vurulan ablanın kafasına “çikolata kağıtları” takmış olması çekiştirilip fırın tepsisinin köşesindeki iki bebe patatese konulan pul biberin acısının diğerlerine geçip geçmeyeceği ile ilgili fikir teatisi -patatesler çevrilirken- yapılıyor; yola devam….

Sonunda; açlığa dayanamayıp ilk bebe patatesler (tabii ki acısızlar) B’nin tabağında naneli yoğurtla buluşurken galeta unuyla kucaklaşan yumurtalı tavuk göğüsleri tavaya giriyor. Ergenspor abla da saçlarındaki aluminyum folyolarla şaşırtıcı şekilde masada yerini alınca akşam yemeği başlıyor. Baba hep ayakta çünkü sürekli patates ihtiyacı ve tavadan pişen tavuk talebi masaya hakim…

Sonuç; dakikalar içinde tüm patatesler ve nerdeyse tüm tavuklar bitiyor. B’nin “Ben daha yerim”leri, “ben onu yerim dememiştim ki”ye dönmeye başlayınca da saniyeler içinde baba mutfakta gördüğünüz masa ve kalan şinitzellerle başbaşa kalıyor. Bir kaç tane tavuk parçası hala yumurta içinde, kızgın tavanın gazabından kurtulmanın şaşkınlığı içinde, çocuklar masadan ayrılmadan “onları da kahvaltıda yeriz artık” söyleminin yarattığı yampiri gülüşler ve “çok komiksin baba” alaycılığına maruz bekleşiyorlar.

Bir anda bir sessizlik ve boşluk… Bir bira açılıyor, “niye her birinin kapağı başka renk ki?” diye soracak bir B. ortada yok; hoparlöre söylenen “Hey Google, play me some rock” sonuçsuz kalsa da cevapsız kalmıyor; “sorry but i did not understand” ile geçiştirirken Google Abla; aspiratör kapatılıp daha net bir talep geliyor babadan: “Play me some southern rock”…

Sonuç Lynyrd Skynyrd: Freebird… Şaka gibi; babanın favori parçası; elinde birası, bomba düşmüş gibi akşam yemeği sofrası…

Bonus: Elbette burda bitmiyor; malum fotograf çekilip de bu yazı kafada yazılmaya başlanırken Z gelip babanın yanına oturuyor. “Ne bu çalan? Bak benim parçam”a yanıt gelmeyince “Özgür Kuş” geyiği yapılıyor; “sonunu değil başını duysaydım tanırdım” çıkışında haklı; parçanın sonu tam bir “jam session” ve balçık gibi. Ardından başlayan ikinci parçada içerden benim neyim eksik B. “Beatles” diye ünleyerek giriyor. Doğru değil ama haksız da sayılmaz; Spotify’ın “Southern Rock” listesinde rasgele ikinci parça Allman Brothers’dan ’71 yapımı Ramblin’ Man (ve albümün ismi yine şaka gibi: “Brothers and Sisters” ve yer yer Beatles andırmıyor değil; B. kendisinin takdir edilmesinin haklı gururuyla, Z. babasının parçaların ismini küt diye söylemesinin şaşkınlığıyla mutfaktan uzaklaşıyorlar. Üçüncü parça yine Lynyrd Skynyrd; Sweet Home Alabama… Baba artık ortalığı topluyor; 20.00’de zoom’da müşteri toplantısı var, ne yaparsın Kanada ile fark sekiz saat; arkasından daha güreşilecek, mısır patlatılacak; sinema gecesi yapılacak. Sıradaki biranın kapağı beyaz; herkesin keyfi yerinde. Hafta bitti; bugün cuma!

 

Sabah Ekstra Erken Kalkma Krizleri

Sabah ekstra erken kalkma krizleri derken; normal okul günlerinde kalkmak ve hazırlanıp servise yetişmek konusundan hiçbir sıkıntımız olmadığını da vurgulayarak yazmaya başlamak isterim. Yüzücü velisi olmak konusunda da aslında uzun uzun yazasım var hatta yarış maceraları, havuz maceraları, havuz çıkışında bekleyen velilerin dramı, memleketimden yüzme havuzu manzaraları konulu hazırlıklarım da var. Ama sıcağı sıcağına yazayım dediğim ilk konu; sabahları afyonu zor patlavan yüzücü yavruyu sabahın altısında havuza yetiştirmek (ya da yetiştirememek)

Bu noktada bilinmesi gereken en önemli şey; yetiştirmek ve yetiştirememek konusundaki başarının veliye değil; çocuğa ait olduğu gerçeğidir. (Konu karışık biraz)

Her Şeyi Yazamamak

Tam bu noktada bir önemli not yazmamda fayda var. Daha yeni yazmıştım; çocuklar okumaya başladığında her şeyi yazamaz oldum burada maalesef. Öyle ya bazı ebeveyn (ya da veli) taktikleri olsun; yaşanan bazı gerilim ve çözümlerin kişisel oluşu –ve tüm bunların artık konunun tüm muhatapları tarafından okunabiliyor oluşu- sebebiyle; ister istemez her şeyi tüm detaylar ve tüm açıklığıyla okumanız mümkün olmayacak. (Yapacak bir şey yok) (O değil İngilizce de okuyor yazıyor artık Z.)

Neyse; dün sabah antremana gitmek üzere hazırlanırken gözleri açılmış olsa da kendisi uyanmamış olan Z, yarı yarıya giyinmiş olsa da bir noktada antremana gitmekten vazgeçti ve orta çaplı bir krizin içinde bulduk birbirimizi. Pek çok kriz durumunda olduğu gibi öne sürülen sebeplerle gerçek olan sebepler birbirinden oldukça farklı ve kolay ilişki kurulamaz haldeydi. Öyle kibir noktada benim; “tamam yahu maden siyah tayt istiyorsun akşama çözeriz bu konuyu” sözüm krizi bambaşka bir boyuta sürükleyip “tayt istemiyorum ben” konulu farklı bir gerilime sebep olacaktı. Oldu da…

Sonuç, benim yatağıma birlikte geri dönülüş, biraz gözyaşlı da olsa bir süre sohbet ve sakinleme turları, bu esnada okulda bir arkadaşının koluna kalem kutusuyla vurmuş olmasının getirdiği kol (ve kalp) sızısı da gündeme gelip bir süre daha uyuma ve pırıl pırıl uyanıp okula gidiş. (Bak yine oldu; her şeyi yaz(a)mıyorum artık)

Okul yolunda şöyle bir ricam oldu kızımdan; “bu sabah yüzmeye gitmemene sebep olan sebepleri gerçek haliyle bir kağıda kompozisyon gibi yazar mısın” sonra da başka bir kağıda “konuyla ilgili çözüm önerilerini yazar mısın?” Akşam benim işten dönüşümle de birlikte okuruz.

Yüzmeyi bırakmamak ve bundan sonra Perşembe sabah antremanlarına da sorunsuz gitmek konusunda sözleşmiş olarak yaptık bu sohbet ve anlaşmayı. “Kompozisyon yazmam; madde madde yazarım” demesi benim için zaten uygundu. (Post-it’e maddeleme yapacağını öngörememiştim o esnada) “Okuduktan sonra yırtarım ama” dese de bu konuyu da gerektiğinde ilerde geri dönüp gerekli hatırlamalar için bu tip belgeler yazılır ve saklanır diyerek ikna ettikten sonra dağıldık. (Diyorum ya ne bileyip post-it gelecek sonuçta)

Çocuklarla Gerilim Yönetimi

Neyse; sonuçta burada da paylaştığım iki post-it var elimde. Soruna sebep olan durum daha net; mevsim geçişi ve hem evin hem dışarının de havuzun serinliği; hem de elbette akşam geç yatmanın sabah kalkışa etkileri. Kağıtta göreceğiniz çözümler dışında daha erken uyandırılmaya başlama; antrenörüne havuz sıcaklığıyla ilgili serzenişte bulunma vb. vb.

Neyse; uzun lafın kısası; çocuklarla gerilim anında dalaşmayın; mümkünse sakin kalın. Gerekiyorsa arayı çok açmadan, sakinleşince konuşun ya da yazışın. (Okuma yazmanın getirdiği bir avantaj) Yazışmanın avantajı ise elbette elinizde yazılı belge olması. Yani son söz; birlikte aldığınız ortak kararları yazılı hale getirin. Asın ya da saklayın. Hatırlamakta fayda var; çocuklar ortak alınmış kararlara uymakta bizden daha iyiler.

 

Kişisel Blog Yazıları Üzerine

Yıllar önce (onbir yıl) burada ilk yazılarımı yazmaya başladığımda; takip etmeye başladığım yabancı baba bloglarından bazılarının yayınlarını durdurmalarını ilgi ve şaşkınlıkla takip etmiştim. Oldukça kişisel blog yazıları ve paylaşımlar üzerine bloglar belli bir noktada durmaya başlamışlardı. (Bugün aradığımda artık ilgili domainler bile yok ortada)

Sebep; çocuklarının okumayı öğrenmeleriyle birlikte çocukları hakkında paylaşım yapmama kararlarıydı.

Ben o sıkıntıyı hep zamanı geldiğinde kızım (ve sonrasında da oğlum) da benle ilgili yazarlar ödeşiriz diye bertaraf etmeyi plânlamıştım. Hatta geçenlerde Z ile bir anlaşma da yaptık ve kendi sitesi / blogu olana kadar onun da buraya bir şeyler yazması konusunda anlaştık.

Çocuklu Sosyal Medya Paylaşımları

Onun içinde olduğu sosyal medya paylaşımları konusunda da daha önce bir anlaşmamız var. İstediğim fotoğrafları ondan tekil izin almadan paylaşabiliyorum ancak canlı yayın yapma durumunda önceden haber vermem ve onay almam konusunda el sıkıştık.

Dolayısıyla her an buralarda onun yazacağı bir şeylere denk gelebilirsiniz.

Öte yandan ne olursa olsun onunla ilgili pek çok şeyi artık bu kadar herkese açık bir alanda paylaşmam zor. Ki özellikle de instagram’dan takip edenler görmekteler; 10 yaşını aşöış bir kız çocuğu olarak artık hızla genç kızlığa doğru yol alıyor ve kendisiyle ilgili görsel ya da yazılı paylaşım yapmadan bile ön-ergenlik oldukça zorlu olabilir. (Kendisini tanıyanların da öngördükleri ve şimdiden kolay gelsin dedikleri gibi, bunun bir de ergenliği var)

Kayıt Tutma İhtiyacı ve Kayıt Tutma Alanları

Kişisel olarak bakıldığında kayıt tutma, log tutma alanı artık blogdan ziyade instagrama kaymış durumda. Sadece instagram değil, akıllı telefonlarımızın fotoğraf albümleri bile kişisel bir log tutma alanı artık.

Neyse uzatmayayım; Babaolmak.com’da yeniden yazmaya başlamamla birlikte kişisel de detaylı paylaşım yapmadan nasıl içerik üretirim diye daha fazla düşünmeye başladım. Bu noktada da biliyorum ki bu blogun takipçileri bu konuda ikiye ayrılıyorlar kişisel içerikler üzerinden çocuk gelişimini ve ebeveynlik üzere içerik takip edenler; kişisel içerikle ilgilenmeyip ilgili araştırma, dosya ve web logunu takip etmeyi sevenler.

Sanırım şimdilik gidişata göre bakacağım. Kızın kaydını daha az tutuyor olsam da yakışıklı oğlumla ilgili ilklerimiz ve maceralarımızın daha çok olduğu bir dönemdeyiz. Bakalım neler olacak.

Bir ekim iki bin on yedi

Bir ekim iki bin on dört. Hayatımın; hayatımızın bir kere daha dehşet şekilde eğiştiği unutulmaz bir gün. Dünyanın en güzel oğlanlarından birinin doğum günü. Bizi birkaç kere geliyorum; gelmiyorum; belki de gelirim; çok da emin değilim; ne geleceğim ulan, yok yok geliyorum… Ve benzeri yoklamalarla haftalar hatta aylarca uğraştıran hatta son düzlükte bile; suyu boşaltalım ben de arkasından geleceğim dedikten sonra öyle pek de kolay gelmeyen oğlanın doğum günü.

Üç yıl önceki heyecanın; hastane lobisindeki bekleyişin hala dün gibi taze olduğu; ayların hızla aktığı 2014 yılının üzerinden hiçbir şey geçmemiş gibi olduğu bugün; Barış Minnoşu üç (3) yaşını dolduruyor. Göz açıp kapayana kadar geçmiş üç yıl. Eskisi kadar sık kayıt tutmayı beceremediğim; kayıtları artık bilgisayarlar ya da bloglarla değil akıllı telefon fotoğraflarıyla tuttuğumuz üç yıl.

Bugünlük hazıra konacağım; bu sene; Mayıs civarı, babalar günü vesilesiyle yazdığım bir yazıdan alıntı yapacağım bu gecelik… Diyeceğim ki:

“Oğlum, dünyanın en güler yüzlü en mutlu oğlanı… Düşündüğümde içimin gıcıklandığı; daha doğar doğmaz beni mucizelerin gücüyle Barış’tıran oğlum. Oğlan babası olmanın, (daha şimdiden) rol model olmanın keyfini yaşatan tatlı; idareci oğlum. Evet büyüdün ve şimdiden abi oldun. Büyünce senin de sakalların olacak bıyığın olacak, küpen olacak, motora bineceksin ve baba olacaksın. Tüm bunları nasıl bir heyecanla beklediğimi muhtemelen sen de baba olunca anlayacaksın. Öte yandan da “tam bu yaşta kalsan ya” dediğimi de artık biliyorsun ve biliyorum ki baba olduğunda bunu da anlayacaksın. Hayatıma girişinle birlikte beni çok ama çok güçlü bir adam yaptın, iki çocuklu bir baba olmakla ilgili korkularımı yerle bir ettin, teşekkür ederim.”

İyi ki doğdun oğluşum. İyi ki ikinci bir kez baba yaptın beni. İyi ki baban oldum. İyi ki varsın hayatımda.

Nice mutlu; koskoca gülümsediğin, etrafa mutluluk ve enerji saçtığın yılların olsun.

İyi ki doğdun oğluşum.

Babanın Çocuksuz, Yalnız ve Motorlu İlk Kampı

Her yıl baba kız belli sayıda kamp yaparız; neredeyse hepsi Alpay’ın rehberliğinde gidilen KampaGidelimMiBaba organizasyonuyla olur. Bir iki kere baba kız biz bize tercihan Turuncu ile Şile-Ağva civarlarına gideriz.

Son iki senedir ise her hafta sonu Z.nin yüze antremanı olduğundan gittiğimiz kamp sayısı ikiyi geçemez oldu. O da olur da yüzme olmazsa ya da Z’nin bir manisi olursa filan (bkn. Göz iltihaplanması filan)

Bu sene ise; daha Mart ayından hem Z hem de ben kaşınmaya başladık kamp zamanı gelse diye. Benim kaşıntım ondan da beterdi çünkü yaklaşık 10 senedir motosiklete binsem de bu sene gaza gelip (hem de büyük bir gaza) dağa tepeye çıkabileceğim; uzun yola gidebileceğim yeni bir motora terfi ettim.

Sadece bununla da kalmayıp motosikletle kamp yapabilecek şekilde kamp malzemelerimi de ufaltmaya ve daha hafif ve kompakt hale getirmeye başladım. Aslına bakarsanız 13-14 senelik kamp yapma geçmişimde malzemelerimi gittikçe ufaltıyorum. Sanırım biraz ters oldu; insanlar gençliklerinde sırt çantalı kamplara gidip yaşlanınca karavana geçerken ben 20’li yaşlarımda bir camper/motokaravan alıp sonra yaylalara otomobilli ve çocuklu kampa giderken çadıra geçip şimdi artık motosikletli kamplar için tek kişilik çadır, ufak mat ve uyku tulumuna geçmiş oldum. (Belli oldu; uzun yazı olacak bu, uyarmadı demeyin)

Z ile bu sene sadece daha önce de gittiğimiz Çiğdem Yaylası’na gidebildik 19 Mayıs’ta; ki gördüğümüz en kalabalık kamplardan da biri oldu. Ben 37 çadır saydığımda kamptan ayrılanlar olmuştu. Kampın bana kalırsa tek eksiği henüz bizle kampa gelemeyecek kadar küçük olan B. idi ki ablasına sorduğumda “Bence seneye bizle rahat rahat kamplara gelir” tespiti kesinlikle önümüzdeki senenin kamp hayallerini kurdurmaya başladı. Bizim en sonunda katıldığımız kamp KampaGidelimMiBaba’nın bu sezonki son yayla kampıydı. (Sırada Dedetepe, Kaçkarlar ve Bozcaada kampları var) Bu bahsi geçen yerlere gitmeyen ve yaylaların tadı damağında kalan sadece biz olmadığımızdan ivedilikle bir “paralel kamp” oluşumu kurulması tabii ki çok işimize geldi. Ancak okul bitse de yüzme antremanları devam ediyordu.

Uzatmayayım; son iki üç haftadır paralel kamp ekibinin devam ettirdiği yayla kampları ağzımı sulandırsa da denk getirip de katılamamıştım. Bu hafta sonu ise B. Annesiyle tatildeyken Z’nin de annesiyle Datça yoluna çıkması sebebiyle fırsata gözü kapalı ve balıklama atladım. Motorumu aldığımdan beri beklediğim kampa gidecektim. Hatta hafta içinden günübirlik bir iş seyahati için de İzmit Akmeşe’ye; TEM’den gidip Kandıra Ağva Şile üzerinden dönerek ufak çaplı bir prova yapmıştım. Ki planlarda bir aksilik olmasa bayram tatilindeki küçük bir Ege Turu için de bu hafta sonu bir prova olacaktı. (Dedim size yazı uzun olacak, baksanıza kampı bırak daha yola bile çıkamadım)

Kamp için belirlenen Yayla, Düzce sınırlarından çıkıp da Bolu sınırlarına geçer geçmez bulunabilecek; Abant’ın çok yakınında fakat Abant kadar popüler olmayan Sinekli Yaylası idi.

Sinekli Yaylası 12 ay yaşayanların da olduğu, bir kaç (şahane) çeşmesi ile buz gibi suya sahip çevresinde pek çok yürüyüş ve off-road parkuru olan bir yayla. Üstelik çevresindeki ağaçlıkların altında kamp kurulabilir durumda dolayısıyla yaz için ideal bir doğal gölgeliğe de sahip. (Öyle bir gölgelik ki 17.00 sonrasında güneşte durmak hala mümkün değilken gölgede de tişört ve şortla üşünüyordu)

Gördüğüm kadarıyla üç ana güzergahtan yaylaya ulaşmak mümkün ki ben bu hafta sonu ikisini denedim:

a) İstanbul, İzmit, Sakarya, Düzce Merkez’den dağa dönüp Samandere Şelalesi üzerinden Sinekli Yaylası (buradan gittim)

b) Abant’a gider gibi gidip Abant’a gelmeden 2 kilometre önce sağa dönerek 2km sonra Sinekli Yaylası’na varmak (konforlu seçenek ki buradan döndüm; aşağıdaki harita da bu yolu gösteriyor)

Screen Shot 2016-06-30 at 12.37.20

c) Sakarya’dan sonra Akyazı’dan TEM’den ayrılıp Akyazı, Mudurnu, Abant üzerinden Sinekli Yaylası… Dönüşte çok yorgun olmasaydım denemek istediğim rota buydu aslında. Artık bir dahaki sefere…

Sinekli Yaylası, İstanbul’a yaklaşık 260km uzaklıkta. (B’deki güzergaha göre) Eğer bi 10km kadar toprak yol sizin için dert değilse ilk yol daha kısa ve Düzce’nin yeşilliklerinden geçmek ve Samandere Şelalesi’nde kahvaltı etme opsiyonu sebebiyle de çok daha keyifli. (Hadi artık çıkalım yola)

Ekibin geleni 7.00 civarında yola çıkıp 9 – 9.30 civarında Samandere Şelale’sinde kahvaltı planlamış olsa da çocuklu iken 7.00 olmasa da 8.00’de çıkmayı becerebilirken yalnız olunca 7.00’de kalkıp ancak 10.00’da yola çıkabildim. O da mıy mıy mıy bir vaziyette.

Motosikletle yolculuk dünyanın en keyifli şeylerinden birisi olsa da yaklaşık 50-60 dakikada bir mola vermeniz motorun üzerinde inip biraz vücudunuzu açmanız biraz hareket etmeniz lazım. Hele de TEM gibi çok sıkıcı bir yol kullanıyorsanız kesinlikle molalara dikkat etmek lazım.

20160625_111544-01İlk molayı memleket İzmit’in sırtlarında verdim; üşenmeyip körfez manzaralı bir iki fotoğraf da çektim. Fotoğrafta da görülebileceği gibi kamp konforumdan ödün vermeyip arkaya bir adet kamp sandalyesi bağladım. Dikkatli gözler kaçırmayacaktır; üç koca motor çantasına sığamayıp bir de ufak çanta başladım ayrıca arkaya.

İkinci molayı Hendek civarında “yöresel ürünler” marketine tav olduğum bir dinlenme tesisinde verdim. Her ne kadar peynir, yumurta ve köy ekmeği gibi önemli gıda alışverişimi Düzce’ye bırakmış olsam da uzun süredir arayıp da bulamadığım isli örgü peynirini burada buldum; şahane bir bazlama ekmeğiyle birlikte peynirimi de alıp motorun arka çantasına attım.

Bir sonraki durak Düzce’nin içi oldu. Geçen seneki bir kampa giderken tesadüfen önünde durduğum peynirciyi bu sene bulmakta zorlandım (Reklam: Kuzular Peynircilik) Zor olsa da pes etmedim ve geçen sebe çok sevdiğim Abhaza Peyniri’nden yine aldım; yanına yumurta, ekmek, isli çerkez peyniri de ekleyip biraz zorlayarak da olsa motorun arka çantasına tıktım. Benzin deposunu da Düzce’nin içinde doldurup , son olarak bir kilo salatalıkla birlikte yola çıktım. Ver elini Samandere Şelalesi.

Samandere Şelalesi’ne çıkan yol yeniden asfaltlanmış ve şahane olmuş. Derenin yanından inanılmaz jeyifli bir yolculukla yukarı çıkıyorsunuz. Pek çok şahane fotoğraf fırsatını “zaten çok geç kaldım” diyerek elimin tersiyle ittim ve durmadım. (Diğer adıyla üşengeçlik deniyor buna) Oysa fotoğraf makinem de arka çantada peynirlerin hemen yanında duruyordu.

Şelaleye varınca Sinekli Yaylası yolunu sorduğumda “Sabahki gruba mı yetişecen?” cevabını aldım, teyit ettim ve yola düştüm. Zaten telefon çekmese de GPS’de koordinatlar vardı. Yaklaşık 10km.

İlk 6km toprak yolda hem çok keyifli hem de çok tırsarak geçti. Motorum bir dağ bayır motoru olsa da asfalt lastikleri var üzerinde. Bu da toprak yolda büyük dikkat ve konsantrasyon gerektiriyor bir kere daha gördüm. 3-4 kilometreden sonra aklıma geldi ki motorumun bir G düğmesi var. (G noktası diye de bilinir) Basıldığında arazi moduna geçmeyi ve çok daha iyi yol tutuşu sağlayan G düğmesine basmayı geç akıl etsem de açıkçası hatırı sayılır bir fark yarattığını söylemek isterim. Her şeyden önce beni toprak yolda çok daha rahat hisettirecek kadar değişti sürüş. Zaten her şey böyle başladı. (Bu arada geyikler bir yana; “G” Gravel’dn geliyor; gravel; çakıl demek; bizdeki yaygın kullanım mıcır olabilir, toprak yol olabilir vb)

Bir yol ayrımına gelip de GPS’i kontrol ettiğimde Sinekli Yaylası’na 4km kalmıştı; konum gereği soldaki yolu seçmem gerektiğini bilsem de “hadi sağdan gideyim” dedim; “biraz gezerim, en kötü gerisin geri döner yine buraya gelirim, nasıl olsa geciktim, millet yürüyüştedir şimdi” Döndüm sağa; “Dikkat Kesim Alanı” tabelasını da nedense kurban kesimi diye yorumladım (mallık 1) ki birkaç yüz metre sonra yol kenarında kesilip temizlenip taşınmaya hazırlanmış koca koca ağaçları, kütükleri görünce orman kesim alanında olduğuma uyanıp kendime güldüm.

Otomobillerin zorlanacağı kötülükte çok keyifli bir yoldan 7-8 kilometre kadar ilerledikten sonra (daha az tırstığım için, mevcut tırsma seviyem de büyük keyif verdiği için neredeyse mest olmuş şekilde ağzım kulaklarımda ilerliyorum bu arada) keskin bir virajda çok büyük bir çamur birikintisine denk geldim. Büyük bir dönüş, tamamen su ve çamur üstelik sağa doğru bir meyille yukarı gidiyor. Yürüyor olsam kenardan geçilebilir yürüyerek ve kuru kalarak ama motosikletle pek iç açıcı görünmüyor. Derken virajın ortalarında bir yerden ormanın içinden bir traktör çıktı arkasında dev bir kütüğü sürükleyerek. “Yol devam ediyor mu?” diye işaretle soruma evet yanıtını alınca sağdaki kuruluğu 1-2 metre denemeye kalktım. Yüklendim. Yaklaşık 10 saniye sonra 30-35derecelik bir açıyla durmuş, ileri gidemez halde patinaj yapıyordum.

Ormancılardan biri uzaktan “bas bas çıkarsın sen ordan” dese de nafile. Kalakalmıştım. Ki planımufak ufak geri gitmekti. “Bas bas” diyen oduncu arkadaş yardıma gelmeseydi. Onun da arkadan desteği ile birkaç dakika sonra 45-50 derece açıyla dikili şekilde kitlenip kaldım. Sağa doğru dönen yokuşlu virajı normal yoldan almayıp alınabilecek en dar şekilde kenardan yukarı aldığınızı düşünün. 6-7 dakikalık boğuşmanın sonucunda gerçekten kendim bile inanmadığım bir yerden yukarı motorla tırmanabildiğimde ne yalan söyleyeyim elimde ayağımda takat kalmamıştı. (Bütün bunların öğlen sıcağında yaşandığını, kaskımdan montuma üzerimin oldukça kalın olduğunu hatırlatmak isterim) Ki motorumun YouTube videolarında yapabildiğini gördüğüm şeyleri kendim de yapabilmiş olmaktan dolayı mutlu ve gururlu ve hala şaşkın ve yorgundum. Öyle ki ormancıların yanında motoru stop edip inerken motoru devirmeme koşup yetişen iki kişi mani oldu. (mallık 2)

Samdere_Sinekli

Kulağımı ne derece tersten gösterdiğime dair bir görsel.

Uzun uzun Abant Yaylası’na nasıl çıkabileceğimi anlattılar hep bir ağızdan. Özeti şuydu iki sol sonra sağ. Üzerine de şunu eklediler “Hadi biz ekmek parası için buradayız, senin ne işin var motorla buralarda? Senin de paran çok herhalde” Vedalaşıp teşekkür edip tekrar yola çıktım. İki sol sonra sağ tarifine uysam da hala karşıma sürekli yol ayrımları çıkıyordu; Sinekli Yaylası’nın sol tarafta bir yerlerde olduğunu bilsem de o yöne gitmem de mümkün olmuyordu üstelik. Neyse ki bu sefer her yol ayrımında her iki (bazen üç) yolu da 1-2 kilometre giderek dener oldum. Baktım ki çok alakasız bir yöne gidiyor ya da yol çamurlaşıyor ve zorlaşıyor geri dönüyordum.

Tüm denemelerin sonunda kan ter içinde istediğim yöne ve aşağı doğru ilerler oldum. Ki tüm yolculuk boyunca yükselirken iyi ama bunun aşağı inişi de olacak ve zor olacak demiştim. Muhtemelen G Noktası’nın da yardımıyla çok da zorlanmadan iniyordum. Tüm arazi gezintimden inanılmaz keyif alsam da bir yandan da “Ne işin var oğlum buralarda tek başına? Başına bir şey gelse ne bok yiyeceksin?” demekten de kendimi alamıyordum. Ki kendi kendime de “Yine de iyi becerdin he” derken hafifçe meyil aşağı bir dönüşte motoru frenle durduramadım. Mıcıra benzer toprak yolda tutunamıyordum. Bu arada hızlı gitmeyi bırak nerdeyse duracak kadar yavaştım. Ama ön fren durdurmaya yetmediği gibi motor kendi ağırlığıyla aşağı kayıyordu, sağ ayağımı frene basamıyorum yerden destek almak zorundayım. Motor ağır ve kayıyor… Yana gidiyor ve… Korkulan son…

Davamı çok yakında…

Older posts

© 2024 Baba Olmak

Theme by Anders NorenUp ↑