İlk yazıyı yayınlanır yayınlanmaz okumuştum. Okuduğumdan beri de Chrome’da bir tab olarak açık duruyor. Gidip gelip okuduğum için değil elbette. Öyle sürekli okunacak türden bir yazı değil. Bir kere okunsa yeter… Sonra ikinci yazıyı okudum. İki ayrı blogun yazarlarının birbirlerini tanıdıklarını ancak yazıları birbirlerinin yazılarından habersiz yazdıklarını biliyorum.

İkinci yazıyı okuyunca hala browser’da açık olan ilk yazı geldi aklıma. Tam olarak da o yazıda bahsedilen şeye şahit olunuyordu diğer yazıda. İnsan hayatındaki ivmeden.

İlk yazı zaten bahsedilmeyi hak eden bir yazıydı. Öyle ya; çocuklara ölümü anlatmak efor gerektirir, büyük hazırlık gerektirir. Uzun zamandır aklımda olan bir şeydi; bu konuyla ilgili pek çok kitap var. Onlardan bir seçki yapıp hem Kipitap’a koyayım hem de burada yayınlayayım istiyordum. Hala becerip de yapamadım. (Üsteki de Kipitap.com’da yeri bile hazır o bölümün)

Uzatmayayım. Sadece insanların ölümünü değil; hayvanların ya da bitkilerin ölümlerini doğru şekilde anlatmanın önemi gerçekten de çok büyük. Alpay’ın bir kı kampında arkasında paytak paytak yürüyen 3-4 ya veletlerine ölümden nasıl bahsettiğini gözlemlemek benim için çok önemli bir eşik olmuştu: “Çünkü yaşam süresini tamamlamış” diye bahsediyordu tamamen atıyorum yıkılmış bir ağaçtan bahsederken… Bir hayvanın ölümünün yaratabileceği travma ise Latife’nin yazısının ilk satırlarında anlatılıyor daha:

Ölüm gerçeğiyle ilk kez kaç yaşımda yüz yüze geldiğimi düşünüyorum. 8-9 yaşlarındayken apartmandaki çocuklarla bahçede bir kedi yavrusu bulmuştuk ve beslemek için karton bir kutuya koymuştuk. Ertesi gün cansızdı. Biz mi bir şey yaptık da öldü diye düşünüp çok üzülmüştüm. Belki de uzun yıllar kucağıma bir kedi alamama sebebim buydu.

411338_2Latife’nin yazısında bahsettiği kitap: “Büyükbabam Nasıl Biriydi”. Bir çocuğun ağzından büyükbabasını anlatan çok çok güzel bir hikaye.

Hayatta her şeyin bir sonu olduğunu, ölümün de yaşamın bir parçası olduğunu anlatıyor kitap. Fiziksel olarak yanımızda olmasa da öğrettiklerini yaşatmanın, onu güzel hatıralarla anımsamanın yaşam döngüsündeki önemini vurguluyor. Kitaptaki çocuk da bir sürü pasta yapacağını, bir gün kendi tarif kitabını yazacağını, yaşlandığı zaman da bu kitabı kendi torununa vereceğini söylüyor.

Öte yandan da unutmamak lazım; çocukların gözleri ve kulakları bizimkilerden çok da kocaman:

İngilizce’de “Small potatoes have big eyes / Küçük patateslerin büyük gözleri olur”, “Little pitchers have big ears / Küçük sürahilerin büyük kulakları olur” diye atasözleri var. Çocukların tahminimizden fazlasını görüp duymaları üzerine kullanılıyor. Gerçekten kocaman gözleri ve kulakları var…

Deniz de yazısında aslında benzer bir durumdan bahsediyor:

Beni, 11-12 yaşındaki o kızı, o kadar şaşırtan adamın kahkahalarındaki canlılık ve o bulaşıcı neşesi ile bir an sonra ağlamaya başlayışındaki yürek burkan hüzün arasındaki farktı sanırım. “O telefonu etmeseydi keşke” diye düşünmüştüm, sanki o telefonu etmese, amca o haberi almayacak, hayatı bir andan bir ana değişmeyecekti…

Bir hayatın bir dakika içinde, bir “alo” mesafesinde bir uçtan bir uca bu kadar hızla gelebilmesi, kahkahadan gözyaşına geçişteki ivme çocuk aklımla anlayabildiğim bir şey değildi. Yetişkin aklımla anlayabildiğim bir şey mi peki? Hayır değil, hala değil…

Her iki yazıyı da yerinde okumak lazım:

Latife’den: Ölüm anlaşılmaz bir şeyken nasıl anlatılır ki?
Deniz’den: İvme