Zeynep’in okulu açılalı dört haftayı geçti bu aralar. Nerdeyse bir aydır okulun ilk gününü yazacağım. Daha doğrusu yazmaya başladım ama o arada okuduğum bir yazı öyle bir etki yaptı ki üzerimde; yazıyı tamamlayamaz oldum.
Söz konusu yazıdan bir kaç parça alıntılamak gerekirse:
Bu hafta milyonlarca öğrenci için okullar açıldı… Sanıyorsunuz!
Okul yaşında olan tüm çocuklar sabahları erkenden kalktı, heyecanla hazırlandı, çantalarını kapıp okullarına kavuştu… Sanıyorsunuz!
Kapılar ardına kadar açılırken sınıflarda, gülümseyerek karşıladı öğretmenler öğrencilerini, sevgiyle sarıldılar, keyifle yeni bilgiler aktarmaya başladılar öğrencilerine… Sanıyorsunuz!
O çocuklardan bir ya da bir kaçı, sizin çocuğunuz, yeğeniniz veya en yakın arkadaşınızın çocuğu. Formasını giymiş bir minik, olanca heyecanıyla arkadaşlarıyla teneffüste hangi oyunları oynadıklarını anlatarak başlıyor söze. Cicili bicili çantasını gösteriyor gururla…
Ne kadar güzel bir tablo, değil mi?
Hayır, değil işte! Siz öyle “sanıyorsunuz” sadece. Çünkü bu yukarıda betimlediğim güzel tablo, bu ülkede yaşamak zorunda olan bütün çocukların hayat gerçeği değil. Olamıyor. Hatta daha vahimi, olmasına izin verilmiyor. Geçen yıl Nazım Özgün’e okul arama maceramızın başlangıcında, sevgili Elif Key’in yazısına attığı başlık noktasında duruyoruz hala, çünkü okullar “öyle çocuklar için açılmıyor…”
Yazı uzun… Yüreğiniz kaldırırsa tabi… Tokat gibi bir etki bırakıyor siz okudukça…
Bu ülkede, “farklı” olana uygulanan derin ayrımcılık, her okul yılı başlangıcında özel gereksinimli çocukların ve ailelerinin hayatını karartıyor. Ve biz her yıl, okulsuz kalan, vatandaşlık hakkı olan eğitimden mahrum bırakılan bir çocuğumuzun hikayesinde, hep aynı vahşi kısır döngüyü yeni baştan yaşıyoruz. Kırılıyoruz. Acıyan ve sözde merhamet eden gözleri görmek istemiyoruz artık, ayrımcılık bitsin istiyoruz. Bir yandan yasalarla sözde güvence altına alındığı halde uygulamada yokuş aşağı giden devlet mekanizması ile mücadele ediyoruz, sesimizi devlete duyurmaya çalışıyoruz, öte yandan kötü bakışlar ve “istemeyiz” çığlıklarıyla kaplı yüzlerden bunalarak, acımasız yaftalar, kapalı kapılar ve yükselen duvarlara toslaya toslaya acıyan kalbimizi okulsuz kalan çocuklarımızdan saklamaya çalışıyoruz. Beyaz yalanlarla avutmaya çalışıyoruz onları. Ve tabii ki beceremiyoruz! Kim becerebilir ki?
İstenmiyor olmak, farklı olduğu için cezalandırılmak, ayrımcılığı hiç bir zaman pozitif değil hep negatif anlamda yaşamak zorunda kalmak, bu ülkede yaşayan yüz binlerce farklı çocuğun kaderi gibi. Ötekileştirme, toplumun ruhuna işlemiş sanki!
Yazıdan son bir alıntı daha yapıp, kalanını okumanız için link vereceğim:
Anne veya baba olmak, müthiş bir benmerkezcilikle birlikte bazen insanlığımızı unutturuyor. Vicdanlar o kadar körelmiş ki, engelli çocuk doğurmamak bir meziyet veya büyük başarı kabul ediliyor! Söyler misiniz bana, hangi hakla kendi çocuğunuzun sahip olduğu eğitim hakkı eşitliğinden özel gereksinimli çocuğun yararlanmasını engelliyorsunuz?
Bilmiyorsunuz ki, farklı gelişim gösteren çocuklarımıza ancak mutlak gerekli şanslar tanınırsa, yaşama aktif olarak katılma ve toplumda bir birey olarak var olma çabaları sonuç alabilir. Bilmiyorsunuz ki, çocuklar bir arada ve birbirinden görerek öğrenir.
Siz bilmek de istemiyorsunuz aslında, sizi sadece kendi “doğal gelişen” çocuğunuz ilgilendiriyor, sizin yavrunuz hoplaya zıplaya okula giderken, yan apartmanda bir pencereden içini çekerek bakan çocuğun hisleri hiç ilgilendirmiyor sizi.
İrem Afşin’in yazısının tamamını şurada okuyabilirsiz: Birkaç Küçük Kırık Kalp
Ya da yazının içinde geşen; Elif Key’in “Okullar öyle çocuklar için açılmıyor…” yazısı için tıklayabilirsiniz.
Blogumu takip edenler biliyorlardır, kurucuları ve ilk velileri arasında olduğumuz Türkiye’nin ilk Veli inisiyatifi Montessori ana okulu ile ilgili yazdıklarımı. Montessori eğitimi aynı zamanda bir kaynaştırma eğitimidir ve daha küçücük yaşta çocukları, birbirlerinin özel ya da farklı durumlarını anlatarak, tanımlayarak birlikte olmaya teşvik eder ve kaynaştırmayı amaçlar. Bunun sonucunda da çocukların büyüklere göre ne kadar rahat olduklarını, kaynaşabilir olduklarını, bunun ne kadar doğal bir şey olduğunu ve miniklere bunu zamanında vermenin önemini kendi gözlerinizle görürsünüz.
İrem’in yazısı, bana kalırsa çocuğa okula yeni başlayan her veliye okutulmalı. Üstelik sadece velilere değil eğitimciler için de bir zorunluluk olmalı. Velilerin en heyecanlı oldukları birinci sınıf başlangıcından boğazlarına (belki de karın boşluklarına) o kocaman yumruk kondurulmalı minik, minicik olsun bir farkındalığın izi bırakılabilsin.
Bir cevap yazın