Category: Baba Olmak (page 2 of 53)

Çok net bir kategoriye giremeyen her yazı ister istemez en genel olan bu kategoride arşivleniyor. Kurcalamakta fayda var; ne olur ne olmaz; ilginizi çeken bir şeyler burdadır belki de.

El Ayak Ağız Hastalığı

Eskiden el ayak ağız hastalığı diye bir hastalık yok muydu bilmiyorum. Ama neden olmasın değil mi? Ben hiç duymamıştım. Kızım büyürkenki benzer garipsediğim hastalık 6.hastalık idi. (Yoksa 5.hastalık mıydı?) (her ikisi de ismen eğlendiriyor beni)

Oğlumun hastalığa yakalanması ve yemekten içmekten kesilmesiyle tanışmış oldum el ayak ağız hastalığı ile. (Hala yazarken hastalıklara isim verme sektörünün yaratıcılık anlamındaki zayıflığı beni benden alıyor)

Bu kadar rahat ve eğlenerek yazıyor olmamın sebebi elbette hastalığı geride bırakmış olmamız. Özetlemek gerekirse tedavisi ya da bir ilacı olmayıp yaklaşık yedi (7) günde geçen bir hastalık kendisi. Okuduğum yazılarda 7-10 gün diyor; şimdi yalan olmasın.

Bu arada hastalığın İngilizcesi de tam olarak aynı: “Hand foot mouth disease” (yani yaratıcı olmadığımız gibi birebir de çevirmişiz işte)

El, ayak ve ağız hastalığı özellikle 5 yaş altı çocuklarda görülen oldukça bulaşıcı bir viral hastalık. Nadiren daha büyük çocuklarda ve yetişkinlerde de hastalık görülebilmekteymiş. Hastalığın ilk günleri bulaşma ihtimali daha yüksekmiş.

Hastalığın belirtileri şunlar…

Ateş,
Boğaz ağrısı,
İştahsızlık,
Halsizlik,
Ağız içerisinde ve ağız çevresinde, avuç içi ve ayak tabanında görülen döküntüler. (Döküntüler kırmızı, yuvarlak lezyonlar şeklinde olabildiği gibi bazen içi sıvı dolu veziküller şeklinde de görülebilmekteymiş) (Ben vezikül gördüm)

Elbette bu belirtilerin hepsi birden görülmeyebiliyor. Görünen belirtilere dayalı olarak soğuk algınlığı ve griple de çok kolay karışıyormuş. Yanı sıra el ve ayaktaki kızarıklık ve döküntüler sebebiyle su çiçeği ile de karıştırılırmış.

El, ayak ve ağız hastalığı çoğunlukla kendi kendini sınırlayan, ağır hastalık tablosuna neden olmayan bir viral hastalıktır. Hastalar 7 ile 10 gün içerisinde gelişen tüm bulguların kaybolması ile tamamen iyileşiyormuş. Bir aşı ya da özel bir tedavisi yok. Semptom giderici ilaçlar, vitaminler, kaşıntı varsa önleyecek spreyler gibi çözümler olabiliyor.

Ağızda yara olduğunda içmek de yemek de ızdırap olduğu için hastalığın özellikle ilk günlerinde beslenme büyük bir dert olabiliyor. (Bak şekil 1A) Öte yandan bizim oğluşun özelinde hastalığın işe yaradığı nokta bu vesileyle üçüncü yaş gününün hemen öncesinde emzikten kurtulmuş olduk. (Gerçekten de her şeyde bir hayır var)

Hastalıkla ilgili daha fazla okumak isterseniz:

Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü
Ekşi sözlükte el ayak ağız hastalığı
– İngilizce okuyayım deseniz de “hand foot mouth disease” şurada
– Ya da burada okuyabilirsiniz.

Diyeceğim o ki; ilk günler zorlu geçse de endişelenecek bir şey yok. Her yerde yazdığı gibi yedi gün dolaylarında kendiliğinden geçiyor hastalık. Kendinize ve başkasına bulaşmamasına çalışabilirsiniz.

Şimdiden geçmiş olsun… (Okuyan da der ki yemek tarifi verdim, bitiriyorum)

Bu arada fotoğraf oğluşun hastalığının artık iyileşmek üzere olduğu son günlerinde çekildi. Ağızdaki yaralar net şekilde görünebiliyor. Bu yaralar sebebiyle normalde bir şey yeyip içemiyor olsa da karşısında çizgi film açık olduğunda löp löp yutuyordu mantısını. (Bu da tüyo olarak dursun)

Bir ekim iki bin on yedi

Bir ekim iki bin on dört. Hayatımın; hayatımızın bir kere daha dehşet şekilde eğiştiği unutulmaz bir gün. Dünyanın en güzel oğlanlarından birinin doğum günü. Bizi birkaç kere geliyorum; gelmiyorum; belki de gelirim; çok da emin değilim; ne geleceğim ulan, yok yok geliyorum… Ve benzeri yoklamalarla haftalar hatta aylarca uğraştıran hatta son düzlükte bile; suyu boşaltalım ben de arkasından geleceğim dedikten sonra öyle pek de kolay gelmeyen oğlanın doğum günü.

Üç yıl önceki heyecanın; hastane lobisindeki bekleyişin hala dün gibi taze olduğu; ayların hızla aktığı 2014 yılının üzerinden hiçbir şey geçmemiş gibi olduğu bugün; Barış Minnoşu üç (3) yaşını dolduruyor. Göz açıp kapayana kadar geçmiş üç yıl. Eskisi kadar sık kayıt tutmayı beceremediğim; kayıtları artık bilgisayarlar ya da bloglarla değil akıllı telefon fotoğraflarıyla tuttuğumuz üç yıl.

Bugünlük hazıra konacağım; bu sene; Mayıs civarı, babalar günü vesilesiyle yazdığım bir yazıdan alıntı yapacağım bu gecelik… Diyeceğim ki:

“Oğlum, dünyanın en güler yüzlü en mutlu oğlanı… Düşündüğümde içimin gıcıklandığı; daha doğar doğmaz beni mucizelerin gücüyle Barış’tıran oğlum. Oğlan babası olmanın, (daha şimdiden) rol model olmanın keyfini yaşatan tatlı; idareci oğlum. Evet büyüdün ve şimdiden abi oldun. Büyünce senin de sakalların olacak bıyığın olacak, küpen olacak, motora bineceksin ve baba olacaksın. Tüm bunları nasıl bir heyecanla beklediğimi muhtemelen sen de baba olunca anlayacaksın. Öte yandan da “tam bu yaşta kalsan ya” dediğimi de artık biliyorsun ve biliyorum ki baba olduğunda bunu da anlayacaksın. Hayatıma girişinle birlikte beni çok ama çok güçlü bir adam yaptın, iki çocuklu bir baba olmakla ilgili korkularımı yerle bir ettin, teşekkür ederim.”

İyi ki doğdun oğluşum. İyi ki ikinci bir kez baba yaptın beni. İyi ki baban oldum. İyi ki varsın hayatımda.

Nice mutlu; koskoca gülümsediğin, etrafa mutluluk ve enerji saçtığın yılların olsun.

İyi ki doğdun oğluşum.

Tuvalet Egitimi 2017

Tuvalet eğitimi hakkında tam yedi yıl önce yazmışım. Yedi yıl (7)… Vay be dedim önce… Sonra Z. İle B.’nin yaş farkının 7 yıl olduğunu düşündüğümde çok da şaşırılacak bir şey olmadığını fark ettim.

Daha acayibi ise oğluşun tuvalet eğitimine başlamasının 3. Gününde aklıma geldi Babaolmak.com’a girip de “tuvalet eğitimi” araması yapmak. Kendi blogumdan önce başka yerlerde turalayıp farklı kaynaklarda (buna Türkçe bloglar da dahil) tuvalet eğitimi konusunu yeniden okudum. (Evet; kafa gidiyor bazen)

Buradaki “tuvalet eğitimi” yazısına girip dolandığımda, 7 yılda yazıda kullandığım görsellerin yer aldığı bazı sitelerin yok olduğunu, resimlerin açılmadığını filan gördüm. Yeni bazı kaynakların da eskiden olmadığını görüp şaşırmam da sonradan ilginç geldi mesela. Bir dikkatimi çeken şey de sayfa gösterimini arttırmak için pek çok içeriğin artık slideshow ya da galeri mantığıyla sayfa sayfa olmasıydı. (Biraz sinirleniyorum bu duruma) (Gören de der ki ilk kez internette geziyor adam yıllardır.)

Bir diğer konu da 7 yıl önce nerdeyse sadece “Bay Bay Bezim” kitabı varken şu anda konuyla ilgili kitap alternatiflerinin çok artmış olması…

Hepsini geçtim malum, artık sosyal medya var. Çoğu zaman can sıkıcı olsa da doğru yer(ler)de iseniz pek çok insanın deneyiminden ve desteğinden faydalanmak söz konusu. Ne mutlu.

Gelelim oğluşun deneyimine… (Baba oğul full time aynı evde olmadığımızdan maalesef konuyla ilgili gözlemlerim ister istemez kısıtlı…)

Daha önce bir ufak deneme yapmış olmakla birlikte henüz erken olduğuna karar verip biraz ötelemiştik konuyu. Bu yakınlarda yuvadaki arkadaşlarının nerdeyse tamamının tuvalet eğitimine başlamaları (hatta biraz yol almış olmaları) sebebiyle biz de okulun tatil olduğu bu haftayı yeni bir girişim için uygun bulduk. Sonraki hafta okula gittiğinde de arkadaşlarının ve öğretmenlerinin gazıyla tuvalet eğitiminin pekişmesi daha kolay olabilir… (Bir önceki yazıda olduğu gibi iş bittikten sonra yazmıyorum bu sefer; yazıyı yazarken 4. Günün sonundayız henüz) Dolayısıyla şimdilik ilk 4 gün ile başlayayım; sonra güncelleyebilirim yazıyı…

0.Gün – Cumartesi

Bugün hep beraber mini bir partiyle tuvalet eğitimine “start” veriyoruz. Hatta konudan oğluşun da haberi var. Ablası ile birlikte minik bir takım pastacıklar ve hatta mumlar ve hepimizden hediyeler almış olarak mini bir kutlama ile kendisine gaz vereceğiz ve “Beze Bay Bay” diyeceğiz. (Dedik de) Pasta üflemekler, hediyeler ve hatta bezin çıkarılışı ve uçaklı roketli ilk külotun giyilmesi… Külotun kuru kaldığı süre, yaklaşık 120 saniye… (Köpek Gofret Efendi partiden hemen önce evin içine öyle bir mıçmıştı ki oğluşun çeyrek çay bardağı çişi dişimizin kovuğuna gitmedi desem yeridir) Anne sakin, asayiş berkemal…

1.Gün – Pazar

Üç günlük (ya da benzeri) tuvalet eğitimi yazılarının da hep bahsettiği gibi zor gün. Belden aşağı fora, evin her yerine çişler fora. Pazar günü anne evde yalnızdı maalesef üstelik… Gün sonu; annede soru işaretleri, tırmanmaya başlayan kaygı.

2. Gün – Pazartesi

İş çıkışı eve geldiğimde uzunca bir tişörtle belden aşağısı çıplak oğluşla karşılaştım; çiş yapma sıklığı 15 dakika civarıydı. Salondaki halı dışarda asılıydı. (Neden acaba?) Annemizin kaygı seviyesi ve soru işaretleri yüzünde okeye dördüncü arar gibiydiler… Acaba erken mi daha; oğlan daha mevzuya uyanamadı galiba gibi sorularla birlikte anne spora gitmek için koşarak uzaklaştı. Evden çıkarken son sözü “Hadi 15 gün sonra görüşürüz” oldu. Ben de biraz gerilmiş olasam da çaktırmayı gözüm yemedi. Anne spordayken kazasız belasız ve hiçbir yere çiş kaka yapmadan idare ettik. Yaklaşık 10 dakikada bir lazımlığa gidip oturmaklar olsun; her çişten sonra sticker ödülleri olsun; sistem oturmaya başlamıştı zaten annemiz sayesinde.

3. Gün – Salı

İşten çıkıp eve geldiğimde oğluşun altında eşofman altı vardı. (Ciddi gelişme) Bir önceki güne kıyasla aralıklar uzamış 30 dakika civarına çıkmıştı; gün içinde pek çok kaza olmuştu, anne çok daha yorgun ama çok hafifçe daha umutluydu gördüğüm kadarıyla. Öte yandan oğluş bir tık daha umursamaz gibi görünüyor “çişin var mı?” sorularına ya “hayır” diye cevap veriyor ya da sorular kendisine çarpıp “tınnnnnnnn” diye geri geliyordu. Salı akşamlarını genelde başbaşa geçiriyoruz; annesi “10 dakikada bir filan oturunuz lazımlığa” uyarısının ardından gittiğinde asayiş berkemaldi açıkçası. Yine de, itiraf etmek gerekirse, oğluşun gelip kucağıma kurulmasına ne kadar bayılsam da bu sefer biraz gerilmekte olduğumu fark ettim. Hatta kucağımda otururken sohbet sırasında halının hala dışarda asılı olmasıyla ilgili (klasik) “niye” sorusuna ben önce dalgınlıkla “havalansın diye orda olabilir” yanıtını verdikten dakikalar sonra bizzat kendisi “çünkü ben ona çiş yaptım” diye yanıtlayınca biraz daha gerildiğimi itiraf etmem gerekir. Yanımda yedek kıyafet yoktu malum…

Uzatmayayım iki üç sefer sorulara ve lazımlığa oturtma taleplerime olumlu yanıt alsam da bir süre sonra “çişim yok” konulu dirençler baş gösterdi. Tam olarak annesinin tariflediği şekilde sorunun ve olumsuz yanıtın 10 saniye kadar ardından yerde oyun oynarken “ben buradan kalkayım da çoraplarım ıslanmasın” cümlesini duydum. Kaza geliyorum demişti. Neredeyse tepkisiz biçimde durumun üstesinden geldik. Üst baş değişti. Akşamın geri kalanında başka bir kaza da yaşamadık. Geri kalan dirençlerde “ben gözümü kapayacağım bakalım sen kendi başına eşofmanını indirip lazımlığa oturabilecek misin” türü icatlarla kendisi lazımlığa gitmeye ikna oldu. Gün sonunda oğlan uyuyup anne eve döndüğünde; anne yorgun olsa da aralıkların açılmış olmasından ötürü biraz daha olumluydu garibim. Evdeyken sorunu çözmek konusunda ruh hali olumlu olsa da “ben bir daha hiç dışarı çıkamayacak mıyım?” “bir daha hiç tatile gidemeyecek miyiz?” “10 dakikada bir tuvalet mi arayacağım” “yanımızda bir sürü yedek mi olmalı” “her yere lazımlık mı taşımalıyım” “vaz mı geçsek” konulu panik ataklar sık sık kendisini yoklar olmuştu. Gözünde de tik başlamış gibiydi sanki ama söylemedim kendisine…

4. Gün – Çarşamba

Bugün anne cephede tek başınaydı ancak aralıklar yaklaşık bir saate çıktığından bana yansıyan hava oldukça olumluydu. En azından her gün biraz daha gelişme var şimdilik.

Bu arada geceleri yatarken beze devam şu anda. (O kadar da değil)

Planım şu anda dört günlük olan gelişmeleri düzenli eklemek yazıya. Şimdilik konuyla ilgili bir kaç linki de paylaşarak bitireyim yazıyı:

– İlk olarak ablamızın konuyla ilgili macerasına BURAYA tıklayarak ulaşabilirsiniz.

– Parenting.com’dan “3 Günde Tuvalet Eğitimi Yöntemi” konulu yazı için ŞURAYA tıklayabilirsiniz. (3 günmüş… Bilemiyorum)

Tuvalet eğitimiyle ilgili en büyük problemlerle baş etmenin 8 yolu

Tuvalet eğitimiyle ilgili 20 ipucu

– Tuvalet eğitimi şarkısına ihtiyacınız olursa diye BURADA bir YouTube linki var.

– “Baskıcı Olmayan Tuvalet Eğitimi” diye bir şey varmış. (Oysa baskı yapmak ebeveynliğin fıtratında var sanki) Bakınız bu link Türkçe bu arada.

– Ben erkek çocuğun sağda solda “küçük pet şişe” yöntemiyle kolaylıkla rahatlatılabildiğini gözlemiş bir kişi olarak “in pet şişe we trust” diye düşünürdüm; pet şişenin cicili bicili ve opsiyonel hayvancıklı olanını yapmışlar meğersem. (Ve üstelik erkek de kız da kullanabilir demişler, emin değilim…)

Potette’yi tek geçerim bu arada… Yıllarca işimize yaradı…

– Hürriyet’te de konuyla ilgili bir yazı var bakınız

– Blogcu (ve uykusuz) anneler ve Blogbabba’nın deneyimlerinin derli toplu durduğu şu dosyayı öneriyorum…

– Pek çok yapılmaması gerekenlerin çok çok yorumla harmanlandığı anne notları için ŞURACIĞA tıklayabilirsiniz.

– Pedogog Adem Güneş’in sitesinde de konuyla ilgili bir yazı bulabilirsiniz.

Tuvalet Eğitimi ile ilgili bir takım kitaplar bakınız şu linkte; arama sonuçlarının alt kısımlarına indikçe Liderlik Eğitimi olsun Çevre Eğitimi olsun Solfej Eğitimi’ne kadar başka eğitim çeşitleri ile ilgili kitap önerileri de var. (Kupon biriktirmeden, çekilişsiz kurasız dev hizmet… )

Şimdilik sanırım bu kadar… Daha ilk yazıdan ne ben ovırdoz olayım ne de siz… ;)

Hadi Bakalım

Biliyorum, yine ne zamandır yazmıyorum. Ama bu fırsatı “Ne zamandır yazmıyorsun…” demeniz yerine “Aa, ne zamandır ilk kez yazıyorsun…” diyerek değerlendirmenizi tercih ederim.

Girişi uzatmayayım; blog yazacak vakti, huzur ve dinginliği bulamadığımdan uzun süredir yazmasam da blog yazmak, hele de Babaolmak.com için yazmak beni inanılmaz mutlu eden; heyecanlandıran ve motive eden bir şey. Dolayısıyla kısacak ifade etmek gerekirse “gaza geldim ve düzenli yazıp mutlu olabilir miyim diye görmek istiyorum”

Evet; yukarda özetlediğim gibi. Blog tutmak benim için bir kayıt altına alma yöntemi olduğuna göre sadece baba olmak deneyimimi değil, başka şeyleri de kaydedebilirim belki buraya. (Açık söylemek gerekirse, bir iki ilgi alanımla ilgili vir şeyler not almak üzere yeni blog isimleri düşünmeye başladığımı fark ettim ve “ne yapıyorum ben?” dedim.)

Öte yandan iki çocuklu bir baba olarak yazacak kaydedecek o kadar da çok şey var ve ben bunun altından nasıl kalkarım bilemiyorum ki; düşünmek yerine her zamanki gibi haldır huldur yazmaya girişmek belki de daha iyi olur dedim. (Baksanıza; ajansta öğle yemeğimi masamda yerken birdenbire açıp yazmaya başladım)

Böyle işte. Bu yazıyı bitirip hemen ardından bir yazılacaklar listesi oluşturmaya başlayacağım. Hem bekleyen çok şey var yazacak hem de her gün yeni bir şeyler oluyor işte.

Ha’di bakalım…

Babanın Çocuksuz, Yalnız ve Motorlu İlk Kampı

Her yıl baba kız belli sayıda kamp yaparız; neredeyse hepsi Alpay’ın rehberliğinde gidilen KampaGidelimMiBaba organizasyonuyla olur. Bir iki kere baba kız biz bize tercihan Turuncu ile Şile-Ağva civarlarına gideriz.

Son iki senedir ise her hafta sonu Z.nin yüze antremanı olduğundan gittiğimiz kamp sayısı ikiyi geçemez oldu. O da olur da yüzme olmazsa ya da Z’nin bir manisi olursa filan (bkn. Göz iltihaplanması filan)

Bu sene ise; daha Mart ayından hem Z hem de ben kaşınmaya başladık kamp zamanı gelse diye. Benim kaşıntım ondan da beterdi çünkü yaklaşık 10 senedir motosiklete binsem de bu sene gaza gelip (hem de büyük bir gaza) dağa tepeye çıkabileceğim; uzun yola gidebileceğim yeni bir motora terfi ettim.

Sadece bununla da kalmayıp motosikletle kamp yapabilecek şekilde kamp malzemelerimi de ufaltmaya ve daha hafif ve kompakt hale getirmeye başladım. Aslına bakarsanız 13-14 senelik kamp yapma geçmişimde malzemelerimi gittikçe ufaltıyorum. Sanırım biraz ters oldu; insanlar gençliklerinde sırt çantalı kamplara gidip yaşlanınca karavana geçerken ben 20’li yaşlarımda bir camper/motokaravan alıp sonra yaylalara otomobilli ve çocuklu kampa giderken çadıra geçip şimdi artık motosikletli kamplar için tek kişilik çadır, ufak mat ve uyku tulumuna geçmiş oldum. (Belli oldu; uzun yazı olacak bu, uyarmadı demeyin)

Z ile bu sene sadece daha önce de gittiğimiz Çiğdem Yaylası’na gidebildik 19 Mayıs’ta; ki gördüğümüz en kalabalık kamplardan da biri oldu. Ben 37 çadır saydığımda kamptan ayrılanlar olmuştu. Kampın bana kalırsa tek eksiği henüz bizle kampa gelemeyecek kadar küçük olan B. idi ki ablasına sorduğumda “Bence seneye bizle rahat rahat kamplara gelir” tespiti kesinlikle önümüzdeki senenin kamp hayallerini kurdurmaya başladı. Bizim en sonunda katıldığımız kamp KampaGidelimMiBaba’nın bu sezonki son yayla kampıydı. (Sırada Dedetepe, Kaçkarlar ve Bozcaada kampları var) Bu bahsi geçen yerlere gitmeyen ve yaylaların tadı damağında kalan sadece biz olmadığımızdan ivedilikle bir “paralel kamp” oluşumu kurulması tabii ki çok işimize geldi. Ancak okul bitse de yüzme antremanları devam ediyordu.

Uzatmayayım; son iki üç haftadır paralel kamp ekibinin devam ettirdiği yayla kampları ağzımı sulandırsa da denk getirip de katılamamıştım. Bu hafta sonu ise B. Annesiyle tatildeyken Z’nin de annesiyle Datça yoluna çıkması sebebiyle fırsata gözü kapalı ve balıklama atladım. Motorumu aldığımdan beri beklediğim kampa gidecektim. Hatta hafta içinden günübirlik bir iş seyahati için de İzmit Akmeşe’ye; TEM’den gidip Kandıra Ağva Şile üzerinden dönerek ufak çaplı bir prova yapmıştım. Ki planlarda bir aksilik olmasa bayram tatilindeki küçük bir Ege Turu için de bu hafta sonu bir prova olacaktı. (Dedim size yazı uzun olacak, baksanıza kampı bırak daha yola bile çıkamadım)

Kamp için belirlenen Yayla, Düzce sınırlarından çıkıp da Bolu sınırlarına geçer geçmez bulunabilecek; Abant’ın çok yakınında fakat Abant kadar popüler olmayan Sinekli Yaylası idi.

Sinekli Yaylası 12 ay yaşayanların da olduğu, bir kaç (şahane) çeşmesi ile buz gibi suya sahip çevresinde pek çok yürüyüş ve off-road parkuru olan bir yayla. Üstelik çevresindeki ağaçlıkların altında kamp kurulabilir durumda dolayısıyla yaz için ideal bir doğal gölgeliğe de sahip. (Öyle bir gölgelik ki 17.00 sonrasında güneşte durmak hala mümkün değilken gölgede de tişört ve şortla üşünüyordu)

Gördüğüm kadarıyla üç ana güzergahtan yaylaya ulaşmak mümkün ki ben bu hafta sonu ikisini denedim:

a) İstanbul, İzmit, Sakarya, Düzce Merkez’den dağa dönüp Samandere Şelalesi üzerinden Sinekli Yaylası (buradan gittim)

b) Abant’a gider gibi gidip Abant’a gelmeden 2 kilometre önce sağa dönerek 2km sonra Sinekli Yaylası’na varmak (konforlu seçenek ki buradan döndüm; aşağıdaki harita da bu yolu gösteriyor)

Screen Shot 2016-06-30 at 12.37.20

c) Sakarya’dan sonra Akyazı’dan TEM’den ayrılıp Akyazı, Mudurnu, Abant üzerinden Sinekli Yaylası… Dönüşte çok yorgun olmasaydım denemek istediğim rota buydu aslında. Artık bir dahaki sefere…

Sinekli Yaylası, İstanbul’a yaklaşık 260km uzaklıkta. (B’deki güzergaha göre) Eğer bi 10km kadar toprak yol sizin için dert değilse ilk yol daha kısa ve Düzce’nin yeşilliklerinden geçmek ve Samandere Şelalesi’nde kahvaltı etme opsiyonu sebebiyle de çok daha keyifli. (Hadi artık çıkalım yola)

Ekibin geleni 7.00 civarında yola çıkıp 9 – 9.30 civarında Samandere Şelale’sinde kahvaltı planlamış olsa da çocuklu iken 7.00 olmasa da 8.00’de çıkmayı becerebilirken yalnız olunca 7.00’de kalkıp ancak 10.00’da yola çıkabildim. O da mıy mıy mıy bir vaziyette.

Motosikletle yolculuk dünyanın en keyifli şeylerinden birisi olsa da yaklaşık 50-60 dakikada bir mola vermeniz motorun üzerinde inip biraz vücudunuzu açmanız biraz hareket etmeniz lazım. Hele de TEM gibi çok sıkıcı bir yol kullanıyorsanız kesinlikle molalara dikkat etmek lazım.

20160625_111544-01İlk molayı memleket İzmit’in sırtlarında verdim; üşenmeyip körfez manzaralı bir iki fotoğraf da çektim. Fotoğrafta da görülebileceği gibi kamp konforumdan ödün vermeyip arkaya bir adet kamp sandalyesi bağladım. Dikkatli gözler kaçırmayacaktır; üç koca motor çantasına sığamayıp bir de ufak çanta başladım ayrıca arkaya.

İkinci molayı Hendek civarında “yöresel ürünler” marketine tav olduğum bir dinlenme tesisinde verdim. Her ne kadar peynir, yumurta ve köy ekmeği gibi önemli gıda alışverişimi Düzce’ye bırakmış olsam da uzun süredir arayıp da bulamadığım isli örgü peynirini burada buldum; şahane bir bazlama ekmeğiyle birlikte peynirimi de alıp motorun arka çantasına attım.

Bir sonraki durak Düzce’nin içi oldu. Geçen seneki bir kampa giderken tesadüfen önünde durduğum peynirciyi bu sene bulmakta zorlandım (Reklam: Kuzular Peynircilik) Zor olsa da pes etmedim ve geçen sebe çok sevdiğim Abhaza Peyniri’nden yine aldım; yanına yumurta, ekmek, isli çerkez peyniri de ekleyip biraz zorlayarak da olsa motorun arka çantasına tıktım. Benzin deposunu da Düzce’nin içinde doldurup , son olarak bir kilo salatalıkla birlikte yola çıktım. Ver elini Samandere Şelalesi.

Samandere Şelalesi’ne çıkan yol yeniden asfaltlanmış ve şahane olmuş. Derenin yanından inanılmaz jeyifli bir yolculukla yukarı çıkıyorsunuz. Pek çok şahane fotoğraf fırsatını “zaten çok geç kaldım” diyerek elimin tersiyle ittim ve durmadım. (Diğer adıyla üşengeçlik deniyor buna) Oysa fotoğraf makinem de arka çantada peynirlerin hemen yanında duruyordu.

Şelaleye varınca Sinekli Yaylası yolunu sorduğumda “Sabahki gruba mı yetişecen?” cevabını aldım, teyit ettim ve yola düştüm. Zaten telefon çekmese de GPS’de koordinatlar vardı. Yaklaşık 10km.

İlk 6km toprak yolda hem çok keyifli hem de çok tırsarak geçti. Motorum bir dağ bayır motoru olsa da asfalt lastikleri var üzerinde. Bu da toprak yolda büyük dikkat ve konsantrasyon gerektiriyor bir kere daha gördüm. 3-4 kilometreden sonra aklıma geldi ki motorumun bir G düğmesi var. (G noktası diye de bilinir) Basıldığında arazi moduna geçmeyi ve çok daha iyi yol tutuşu sağlayan G düğmesine basmayı geç akıl etsem de açıkçası hatırı sayılır bir fark yarattığını söylemek isterim. Her şeyden önce beni toprak yolda çok daha rahat hisettirecek kadar değişti sürüş. Zaten her şey böyle başladı. (Bu arada geyikler bir yana; “G” Gravel’dn geliyor; gravel; çakıl demek; bizdeki yaygın kullanım mıcır olabilir, toprak yol olabilir vb)

Bir yol ayrımına gelip de GPS’i kontrol ettiğimde Sinekli Yaylası’na 4km kalmıştı; konum gereği soldaki yolu seçmem gerektiğini bilsem de “hadi sağdan gideyim” dedim; “biraz gezerim, en kötü gerisin geri döner yine buraya gelirim, nasıl olsa geciktim, millet yürüyüştedir şimdi” Döndüm sağa; “Dikkat Kesim Alanı” tabelasını da nedense kurban kesimi diye yorumladım (mallık 1) ki birkaç yüz metre sonra yol kenarında kesilip temizlenip taşınmaya hazırlanmış koca koca ağaçları, kütükleri görünce orman kesim alanında olduğuma uyanıp kendime güldüm.

Otomobillerin zorlanacağı kötülükte çok keyifli bir yoldan 7-8 kilometre kadar ilerledikten sonra (daha az tırstığım için, mevcut tırsma seviyem de büyük keyif verdiği için neredeyse mest olmuş şekilde ağzım kulaklarımda ilerliyorum bu arada) keskin bir virajda çok büyük bir çamur birikintisine denk geldim. Büyük bir dönüş, tamamen su ve çamur üstelik sağa doğru bir meyille yukarı gidiyor. Yürüyor olsam kenardan geçilebilir yürüyerek ve kuru kalarak ama motosikletle pek iç açıcı görünmüyor. Derken virajın ortalarında bir yerden ormanın içinden bir traktör çıktı arkasında dev bir kütüğü sürükleyerek. “Yol devam ediyor mu?” diye işaretle soruma evet yanıtını alınca sağdaki kuruluğu 1-2 metre denemeye kalktım. Yüklendim. Yaklaşık 10 saniye sonra 30-35derecelik bir açıyla durmuş, ileri gidemez halde patinaj yapıyordum.

Ormancılardan biri uzaktan “bas bas çıkarsın sen ordan” dese de nafile. Kalakalmıştım. Ki planımufak ufak geri gitmekti. “Bas bas” diyen oduncu arkadaş yardıma gelmeseydi. Onun da arkadan desteği ile birkaç dakika sonra 45-50 derece açıyla dikili şekilde kitlenip kaldım. Sağa doğru dönen yokuşlu virajı normal yoldan almayıp alınabilecek en dar şekilde kenardan yukarı aldığınızı düşünün. 6-7 dakikalık boğuşmanın sonucunda gerçekten kendim bile inanmadığım bir yerden yukarı motorla tırmanabildiğimde ne yalan söyleyeyim elimde ayağımda takat kalmamıştı. (Bütün bunların öğlen sıcağında yaşandığını, kaskımdan montuma üzerimin oldukça kalın olduğunu hatırlatmak isterim) Ki motorumun YouTube videolarında yapabildiğini gördüğüm şeyleri kendim de yapabilmiş olmaktan dolayı mutlu ve gururlu ve hala şaşkın ve yorgundum. Öyle ki ormancıların yanında motoru stop edip inerken motoru devirmeme koşup yetişen iki kişi mani oldu. (mallık 2)

Samdere_Sinekli

Kulağımı ne derece tersten gösterdiğime dair bir görsel.

Uzun uzun Abant Yaylası’na nasıl çıkabileceğimi anlattılar hep bir ağızdan. Özeti şuydu iki sol sonra sağ. Üzerine de şunu eklediler “Hadi biz ekmek parası için buradayız, senin ne işin var motorla buralarda? Senin de paran çok herhalde” Vedalaşıp teşekkür edip tekrar yola çıktım. İki sol sonra sağ tarifine uysam da hala karşıma sürekli yol ayrımları çıkıyordu; Sinekli Yaylası’nın sol tarafta bir yerlerde olduğunu bilsem de o yöne gitmem de mümkün olmuyordu üstelik. Neyse ki bu sefer her yol ayrımında her iki (bazen üç) yolu da 1-2 kilometre giderek dener oldum. Baktım ki çok alakasız bir yöne gidiyor ya da yol çamurlaşıyor ve zorlaşıyor geri dönüyordum.

Tüm denemelerin sonunda kan ter içinde istediğim yöne ve aşağı doğru ilerler oldum. Ki tüm yolculuk boyunca yükselirken iyi ama bunun aşağı inişi de olacak ve zor olacak demiştim. Muhtemelen G Noktası’nın da yardımıyla çok da zorlanmadan iniyordum. Tüm arazi gezintimden inanılmaz keyif alsam da bir yandan da “Ne işin var oğlum buralarda tek başına? Başına bir şey gelse ne bok yiyeceksin?” demekten de kendimi alamıyordum. Ki kendi kendime de “Yine de iyi becerdin he” derken hafifçe meyil aşağı bir dönüşte motoru frenle durduramadım. Mıcıra benzer toprak yolda tutunamıyordum. Bu arada hızlı gitmeyi bırak nerdeyse duracak kadar yavaştım. Ama ön fren durdurmaya yetmediği gibi motor kendi ağırlığıyla aşağı kayıyordu, sağ ayağımı frene basamıyorum yerden destek almak zorundayım. Motor ağır ve kayıyor… Yana gidiyor ve… Korkulan son…

Davamı çok yakında…

Older posts Newer posts

© 2024 Baba Olmak

Theme by Anders NorenUp ↑